ÇABALAMAYI BIRAKTIĞINDA OLACAK – TERSİNE ÇABA YASASI
Orduda ki özel kuvvetlerin komandoların eğitiminde boğulmaya karşı dayanıklılık isimli bir bölüm var.
Bu bölümde askerlerin elleri ve ayakları bağlanarak suya atılıyorlar.
Görevleri ise 5 dakika boyunca hayatta kalmak.
Çoğu asker ilk denemelerinde başarısız oluyorlar.
Çünkü hayatta kalmak için fazla çabalıyorlar.
Başınızı suyun üzerinde tutmak için ne kadar çok çabalarsanız batma olasılığınız o kadar artar.
Peki bu görevi başaranlar bunu nasıl yapıyorlar?
Suya direnmiyorlar ve dibe batıyorlar.
Dibe battıklarında kendilerini ittirerek momentumlarının kuvvetiyle tekrar suyun yüzeyine çıkıyorlar.
Ve bir nefes aldıktan sonra süreci tekrarlıyorlar.
Bu boğulmaktan kurtulma yöntemine bottom bounce deniyor.
Bazen bir şeyleri zorladığımızda durum daha da kötüleşir.
Mesela uykunuz kaçtığında uyumak için kendinizi zorladığınızda daha fazla uykusuz kalırsınız.
Daha fazla sevilmek için çabaladıkça, daha çok terk ediliriz.
Daha mükemmel olmaya çalıştıkça, daha çok hata yaparız.
Filozof Aldous Huxley buna ters çaba kuralı diyor.
Ona göre bazı şeyler için çabaladıkça başarısız olma ihtimalimiz daha da artar.
Aynı şey can sıkıntısı, stres ve acı verici duygular içinde geçerli.
Onlardan kurtulmaya çalıştıkça daha çok onların içine gömülüyoruz.
Ya da iyi hissetmeye, mutlu olmaya çalıştıkça daha çok mutsuz oluyoruz.
Çünkü aslında iyi hissetmeye aşırı takıntılı olmak, sürekli mutlu olmaya çalışmak da aşırı çabalamaktır, zorlamaktır, direnmektir.
Neye direnmektir peki?
Duyguların ve yaşamın doğasına direnmektir.
Duygular doğaları gereği geçicidir.
Gelirler ve giderler.
Ve yaşamda her türlü duyguya yer vardır.
Size mutluluk verici duygular olduğu kadar, acı verici duygular da olacaktır.
Hiç unutmam yoğun bir şekilde panik ataklar yaşadığım bir dönem, bir görüşmeye gitmem gerekiyordu.
Bir taraftan bu durumun bedenimde yarattığı fiziksel belirtilerle, bir taraftan da içimdeki o yoğun sıkıntıyla boğuşmaya çalışırken, ben bu günü nasıl geçireceğim, ben o görüşmeyi nasıl yapacağım diye daha da evhamlanırken, birden bire kendime şunu söyledim: “Ey bunaltı, bu sefer sana direnmiyorum.
Ben de insanım, bunalabilirim.
Bunalmak o kadar da kötü bir şey değil.
Herkes bunalabilir.”
Şimdi bunalmaya izin veriyorum.
Ve bunalabildiğim kadar bunalacağım.
Hadi bakalım.
Bunu deyince hatta neredeyse der demez, yavaş yavaş içimdeki sıkıntının hafiflemeye başladığını fark ettim.
Bu cümleyi söylemeden önce tamamen kas katı kesilmiş olan kaslarım ve yukarıya kulaklarıma doğru çekilmiş olan omuzlarım yavaş yavaş aşağıya doğru inmeye ve gevşemeye başladı.
Çünkü ben direnmeyi bırakmıştım.
Çoğu zaman bizi sıkıntıya sokan asıl şey duygudan ziyade o duyguya direnmektir.
Direnmeyi de o duyguya yüklediğimiz anlam yüzünden yaparız.
O duyguyu korkunç, felaket olmaması gereken bir şey olarak gördüğümüz için duygudan kaçmaya, direnmeye çalışırız.
Duyguların doğal ve geçici olduğunu kabul etmeye başladığımızda ise yavaş yavaş gevşeriz.
Baktığınız zaman doğa bile mükemmel değildir.
Her ağacın şekli farklıdır.
Her çiçek belki de farklı yönlere doğru farklı şekillerde açar.
Ama iyi ki de böyledir.
Bu haliyle çok da güzeldir.
Tıpkı doğa gibi insan da mükemmel değildir.
Ben de bir insanım ve mükemmel olamam.
Üzülmek, korkmak, kaygılanmak, gerilmek beni kırılgan, zayıf ya da tırnak içinde hasta yapmaz.
Eksik olmak, kusurlu olmak, yaralarımın olması beni güçsüz, ya da tırnak içinde ezik yapmaz.
Her insanın yaraları vardır.
Önemli olan bu yaralarla yüzleşebilmek ve barışabilmektir.
Onları kucaklayabilmektir dedikçe.
Yani aslında kişi kendini ve doğayı, yaşamın gerçekliğini, yaşamın akışını kabul ettikçe direnmeyi bırakır ve akışa uyum sağlar.