Derdin Nasıl Dermanın Olur?

Aldığın yara, ışığın sana akacağı yerdir der Mevlana. Gerçekten de öyle olabilir mi? Ruhsal sıkıntılarımız, travmalarımız, panik ataklarımız, depresyonumuz daha iyi bir yaşam için anahtar olabilir mi? Peki nasıl? Gelin bu hafta bunu konuşalım. Geçenlerde bir izleyicimiz bir videomun altına şöyle bir yorum yapmış: “Çok sevdiğiniz aileden birini kaybettiniz mi? Mesela annenizi, babanızı ya da evladınızı. O zaman bu kadar kolay konuşabilir miydiniz acaba?” Yaralı şifacı Kiron’un hikayesini bilir misiniz? Kendisi de yaralı olan ancak aynı zamanda diğerlerine şifa verebilen mitolojik bir kahramandır Kiron. Kendi yarasını iyileştirmeye çalışırken türlü türlü ilaçlar yapmayı öğrenir ve bunlarla başkalarına şifa olur. Kendi yarasını iyileştirme yolunda o kadar çok çabalar ki, bir süre sonra usta ve ünlü bir hekim, öğretmen ve bilge olur. Öyle ki tanrılar bile çocuklarını eğitim için Kiron’un yanına yollarlar. Carl Gustav Jung’a göre kendi yarasını iyileştirme yolunda yürüyen bir kişi zamanla bir şifacıya dönüşür. Bu yüzden de iyi bir psikanalist yaralı olmalıdır. “Yarası olmayan şifacı olamaz, çünkü gerçek iyileştirici güç yaranın kendisinden gelir. Yalnızca yaralanmış hekimler iyi edebilir der Jung. Ancak analistin yaralı olması yetmez. Yarısını kişisellikten çıkartıp dönüştürerek toplum için, insanlık için kullanabilmesi gerekir. Acı çektiğimizde yaramızdan kendi derinliğimize bakar kendi gölgemizle tanışırız. Toysak, orada sadece kendi yalnızlığımızı, bilgeysek orada bütün insanlığı görürüz.” Der yine Jung. Bu anlamda iyi bir terapistin öncelikle kendi içsel yolculuğuna çıkmış ve bu yolculukta bir yerlere gelmiş olması gerçekten de önemlidir. Ve bizi genellikle bu yolculuğa çıkartan şey de yaralarımızdır. İslam tasavvufunda da dert, Allah’a yakınlaştıran bir olgunlaşma vesilesi olarak görülür ve evliyaların Allah’ım beni dertsiz koma diye dua ettikleri söylenir.

Aslında gerçekten de yaralarımız iyileşme, kendimizle bütünleşme ve gelişme yolunda bir fırsattır. Çünkü yaralarımız vesilesiyle kendimizle, gerçek benliğimizle bastırdığımız gölgemiz ile tanışırız. Bu noktada daha önce gölge kavramını duymamış olanlar için gelin bunu daha önce anlattığım bir videomdan bir kesit izleyelim. Her ne kadar pek çoğumuz kendisini çok dürüst, çok iyi niyetli, çok yardımsever olarak görsek de kişiliğimiz sadece bu yönlerden oluşmuyor. Kötü, kabul edilemez, çirkin olduğunu düşündüğümüz için ben de kesinlikle yok. Ben hayatta öyle yapmam dediğimiz çoğu özelliğe de aslında sahibiz. Yani her birimizin içerisinde bir miktar yalancı, bir miktar hırsız, bir miktar bencil, bir miktar tırnak içinde kötü yön de var. Ancak bunları fazlasıyla bastırdığımız ya da reddettiğimiz için çoğu zaman farkında değiliz. Psikolojinin babalarından Carl Jung, kişiliğin bu karanlıkta kalan yönlerine gölge yönlerimiz der. Jung’a göre persona kişiliğimizin maske kısmıdır. Ne olmayı istiyor ya da dünya tarafından nasıl görünmeyi diliyorsak odur. Yani personamız dışarıya gösterdiğimiz cici kısımlarımızdır. Gölge ise benliğimizin karanlık ve hor görülen tarafıdır. Çocukluktan itibaren bize neyin iyi, neyin kötü, neyin kabul edilebilir, neyin kabul edilemez olduğuna dair pek çok öğreti verilir. Pek çok şey öğretilir ve bu doğrultuda kötü ya da kabul edilemez olduğunu düşündüğümüz bazı yönlerimizi işte o çocukluk çağlarımızdan itibaren bastırır ya da reddetmeye başlarız. Oysaki bunlar da yani bastırdığımız kısımlar da insani doğamızın birer parçasıdır. Kişiliğimiz iyi ya da kötü diye etiketlediğimiz tüm özelliklerimizin bir toplamıdır. Bir kısmını bastırarak ya da reddederek bizi biz yapan o parçaları da reddetmiş oluruz. Ayrıca o reddettiğimiz parçaların içerisinde benliğimizin yaratıcı ve som altından parçaları da vardır der psikanalist Robert Johnson.

Bunları bastırmaya, reddetmeye başladığımız andan itibaren bir bütün olan kişiliğimiz bölünmeye başlar. Bu yönleri bastırmış olmamız ya da reddetmiş olmamız onların yok oldukları ya da bizi etkilemedikleri anlamına gelmiyor. Bastırılan gölge bilinçdışına itilir ve orada büyümeye, gelişmeye ve davranışlarımızı etkilemeye devam eder. Ve biz farkında olmasak da o artık oradadır ve nedenini anlayamadığımız pek çok davranışımızı yönetmeye başlar. Sebebini bilmediğimiz ani öfke patlamalarımız, durduk yere gibi görünen tetiklenmelerimiz, çeşitli takıntılarımız korkularımız, arzularımız, ani duygusal iniş çıkışlarımız ve nedenini anlayamadığımız pek çok duygu, düşünce ve davranışımızın altında bastırılmış, reddedilmiş, orada olduğunun farkında bile olmadığımız gölgelerimiz yatar. Gölge aydınlanmak, aydınlığa çıkmak, itildiği bilinç dışından bilinç yüzeyine doğru çıkmak ister demiştik. Ve biz gölge yanlarımızı ne kadar fark edersek ne kadar kabul edersek onlarla ne kadar barışırsak bölgelerimizin üzerimizde yarattığı baskı da o kadar azalacaktır. Gölge yanlarımızı fark edip kabul ettikçe, reddettiğimiz yanlarımızla tekrar birleşip bütünleşiriz. Ve işte o zaman rahatlamaya başlarız. O zaman yaşadığımız pek çok sıkıntıdan kurtulmaya ve iyileşmeye başlarız. Bütün olabilmek için hem karanlık hem de aydınlık yanlarımızı ihtiyacımız var der Jung. Ona göre asıl olgunlaşma kişinin kendi karanlık yönlerini fark etmesiyle başlar. Kişi aydınlık figürleri hayal ederek aydınlanamaz ancak karanlığı bilinçli yaparak aydınlatabilir der Jung. Yani kurtuluşumuz aslında mükemmel, eksiksiz olmaya çalışmakla değil, aksine tırnak içinde kusurlu yönlerimizi fark edip kabul etmeye başladıkça olacaktır. İşte çoğu zaman istenmeyen misafirler olarak gördüğümüz o ruhsal sıkıntılarımızı, panik ataklarımızı depresyonumuzu çözmeye çalışırken fark edilen, görülen şey dermanımız oluyor. İş o ki o farkındalığı yaşayabilelim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir